Günümüz dünyasında neredeyse her mesleğin coşkuyla (!) kutladığı özel bir günü vardır. 14 Mart da “Tıp Bayramı” olarak kutlanmaktadır. Tıp Bayramı, bu topraklarda modern tıp eğitiminin başladığı günü simgeleştirdiğimiz ve tıp alanında çalışanlara verilmiş manevi bir ödül niteliğindedir.
Tıp Bayramı, özünde direnişçi ve reformist bir anlam taşır. Kaldı ki bu topraklardaki ilk kutlama, 1919 yılında İstanbul’da yapılmış ve işgale karşı bir duruş sergilenmesine de vesile olmuştur. Bu yönüyle direnişçi bir anlamı da olan bu bayram, bir başka açıdan da reformisttir. Hizmet sorunlarının tartışıldığı, tıbbi hizmete katkı verenlerin ödüllendirildiği ve bütün çalışanların gelişime özendirildiği bir nitelik taşır.
İnsana en çok faydası dokunan bilimlerden olan tıbbi bilimler; hiçbir din, dil, ırk, cinsiyet, yaş ve ideoloji ayrımı gözetmeksizin insanoğluna adanmış hayatların canlılık verdiği oldukça önemli bir alandır. Tıp alanında çalışanlar canlarını dişlerine takarak toplum sağlığına hizmet ederler; onlar için yer, zaman veya durum fark etmez. Toplum sağlığı sadece sağlıklı bir insan topluluğunun oluşmasını sağlamaz, aynı zamanda toplumsal düzene ve toplumsal faydaya önemli etkileri olan kritik bir konudur. İşbu nedenle toplum, tıp alanında çalışanlara özenli yaklaşmalıdır.
Ülkemizde özellikle son yıllarda toplumdaki genel gerginliğin etkisiyle artan şiddet, her alana sirayet etmiştir. Doğaya, hayvana ve insana karşı şiddet o kadar olağanlaşmış durumda ki şiddetten şikayet edenler neredeyse şeytanlaştırılmaktadır. Bu şiddetin derinden etkilediği alanlardan biri de maalesef sağlık sektörüdür. Sağlık sektörünün tek sorunu olmasa da en önemli problemlerinden birisi şiddettir. Toplumun büyük çoğunluğunda görülen bu şiddet eğilimi, üzerinde genel araştırmalar gerektiren derin bir konudur. O yüzden toplumsal bir rehabilitasyona ihtiyacımızın olduğunu söyleyerek daha fazla ayrıntıya girmeyeceğim. Zira bu konu, yazarken bile can acıtmaktadır.
Tıp alanında çalışanlara karşı tutum toplumumuzda değişimler göstermektedir. Süreç, tıp alanının neredeyse tanrılaştırıldığı bir anlayıştan köleleştirildiği bir anlayışa doğru akmaktadır. Şöyle ki belirli bir başarı veya zekanın ödülünün ancak tıbbiyeli olmak olarak görüldüğü bir dönem yaşamıştı bu toplum. Hala da bunun etkileri bazı sosyal gruplarda devam etmektedir. Tıp Fakültesi okuması için baskı kurulan birçok vatan evladına şahit olmuştu gözlerim. Hatta bendeniz de bu baskıyı yaşayanlardan biriydim. Mesleği garanti, parası çok, toplumsal olarak itibarlı ve sistemde kıymetli bir alan olarak görüldüğünden öğrencilerin aileleri veya öğretmenleri tarafından bu alana yönlendirildiği bir gerçektir. Ancak günümüzde maalesef bu özelliklerden sadece mesleğin garanti olması kalmış ve gerisi yerle bir edilmiştir.
Toplumun veya sistemin yaptığı gibi bir şeytanlaştırma yapmadan konuyu ele almaya çalışalım. İlk bakışta karşımıza umutsuz bir tablo çıkmaktadır. Tıp alanında çalışanlara yapılan şiddeti daha önce ayrıntılara girmeden ifade etmiştik. Yeniden ifade etmek gerekirse çalışanların öldürüldüğü, yaralandığı, kemiklerinin kırıldığı, uyuyakalarak hayatını kaybettiği, tartaklandığı ve sistem tarafından umursanmadığı bir dönem yaşamaktayız. Yaşamak denen kavramı ölmemek olarak gören, doymakla beslenmek arasındaki farkı anlayamayan, hak-hukuk nosyonundan bihaber ve kendisinden başkasını düşünmeyen bir çoğunluğun olduğu bu topluluk ortaya sağlıksızlık sisteminin çıkmasına sebep olmuştur.
Ülkemizde son yıllarda yoğunlaşan bir dışarıya göç dalgası mevcuttur. Bunun siyasi, hukuki ve toplumsal sebepleri vardır. Tıp alanında çalışanların dışarıya göçmesi de bu türden sebeplere dayanmaktadır. Toplumun tıbbiyelilere yeterli özeni göstermediği ve onları köleleştirmeye çalıştığı bir durumla karşı karşıyayız. Hukuki olarak işe yarar bir koruma da sağlanamamaktadır. Son olarak da siyasi olarak yeterli kıymetin gösterilmediğini görmekteyiz. “Benim vergilerimle maaş alıyorsun!” ve “bana hizmet vermek zorundasın!” ifadelerinin yaygın olarak kullanıldığı bu toplum, maalesef konu sağlık hakkından başka konulara geldiğinde o kadar bilinçsiz ki hayret ve haya ediyorum. Konunun bu aşamasında analizlerimde farazi olarak kullandığım Atıf HİTİT karakterini kullanarak devam edelim. (İsim tanıdık geldi mi? Almanca düşünün!)
Atıf HİTİT, 14 Mart günü tatlı uykusundan marka telefonunun çalmasıyla uyanmıştı. Yüksek ÖTV ve KDV ödeyerek aldığı telefonunun sesli komutunu kullanarak kişisel bilgilerini pazarlayan yemek firmasını aradı. Pahalı kahvaltısını yaparken aklına bir anda duruşması olduğu geldi ve hızlıca hazırlanarak yüksek ÖTV ve KDV ödeyerek aldığı arabasına bindi. Yakıt deposunun onu adliyeye yetiştirmeyeceğini anladı ve aylık maaşının beşte biri ile deposunu doldurmaya gitti. Daha sonra mahkeme salonuna saat 10:00’da geldi. Duruşma saatini kaçırmadığına sevinen Atıf HİTİT, duruşma sırasını beklemekteydi. Tam 1 (bir) saat bekledikten sonra mübaşir ismini okumuş ve içeri girmişti. Dava, Atıf’ın şiddet uyguladığı birisi tarafından açılmış ve Atıf’ın iyi halinden (!) dolayı alması gereken adil cezanın çok daha azıyla sonuçlanmıştı. Sevinçle bu adaletsizliği kutlamaya giden Atıf, öğle yemeğini yedikten sonra bankadaki işi için kişisel verilerini sızdıran bankanın yolunu tuttu. Sıra numarasını saat 14:00’te alan Atıf, sıranın kendisine gelmesini tam 1 (bir) saat bekledikten sonra kredi yapılandırma işlemini tamamlamıştı. Rahat geçinemediği için ödeyemediği borcunu yüksek faizle yapılandıran Atıf, bankadan çıktıktan sonra kulağında bir çınlama hissetmiş ve hemen acilin yolunu tutmuştu. Yolda ilerlerken çok sayıda ölü ve yaralı olan zincirleme bir kaza görmüş ve bölgeden ayrılan bir ambulansın peşine takılarak hızlıca acile varmıştı. Ambulansın hemen arkasından gelen Atıf, kapıdan girip hemen sıra almış ve beklemeye başlamıştı. Ancak 5 (beş) dakika sabredemeyen Atıf, danışmadaki görevliye “neden bu kadar beklemek zorundayım” diye sinirli bir şekilde sordu ve aldığı yanıt ile iyice küplere bindi. “Neymiş efendim, trafik kazası varmış?” diyerek bağırmaya başlayan Atıf, doktor azlığından şikayet etmekteydi. Acilde nöbet ertesi görevde olan ve toplamda 32. (otuz ikinci) saatinde olan bir asistan doktor bulunmaktaydı. Randevu sistemi de doktor azlığından dolayı dolduğu için hayati olan kulak çınlamasını tedavi ettirmek üzere gelmiş ve sağlık sisteminden yeterli hizmeti alamıyordu. Halbuki bilmiyordu ki oradaki doktorlar şiddet mağduru olmuş ve istifa ederek yurtdışına gitmişlerdi. Bunu öğrendiğinde Atıf şöyle dedi: “Giderlerse gitsinler! Yeni yetişen mezunlar var, onlar yerlerine gelir. Baksana ülkede her yer tıp fakültesi! Hem 10.000-15.000 TL maaş nelerine yetmiyor?”
Hikayemizi burada kesiyorum. Zira maksat hasıl olmuştur diye düşünüyorum. Yukarıda anlattıklarımı tekraren açıklamak zorunda hissetmiyorum. Arif olan anlar! Velhasıl, işte karşınızda SAĞLIK(SIZLIK) SİSTEMİ’nden bir kesit. Kalın sağlıcakla…